Gecenin bir yarısı, bir anda uyandım. Son zamanlarda rüyalarımı
hatırlamak için uyandığım anlara dikkat ettiğimden, zihnimdeki “dilsiz
uşak’’ sözü beni haliyle şaşırttı. Haliyle diyorum çünkü evimdeki
eşyalar ya da son zamanlardaki gündemimle arasında bir bağlantı
kuramadım bu sözün. Üzerine fazla düşmeden sabah üzerinde düşünmek üzere
uykuma devam ettim.
İlgilendiğimiz ve dikkatimizi verdiğimiz konuların, alâkasız gibi
görünen sembollerle rüyalarımızda, meditasyonlarda bilinçaltımızdan
çıkıp geliverdiğini bildiğim için “dilsiz uşak’’ sözü anlam kazanmakta
gecikmedi.
Dilsiz uşak, resimde göründüğü gibi üzerinizden çıkardığınız
kıyafetlerinizi katlamaya, askıya asmaya gerek duymadan üzerine
bırakıvereceğiniz odanın bir köşesinde duran “kurtarıcı’’ bir eşyadır.
Tıpkı yaşantımızın bazı bölümlerinde ve ilişkilerimizde bizim olduğumuz
gibi.
Aslında hemen hemen bütün ilişkiler en azından bir kişinin bu rolde
olduğu şekilde başlar. İlişkiye daha çok ihtiyaç duyan taraf, karşı
tarafın taşımak istemediği, giymekten sıkıldığı, kirlendiği için
değiştirdiği, rahatlamak için çıkardığı sorumlulukları, düşünceleri,
duyguları yüklenmeyi kabul eder. Karşındaki için çözüm üretmek, onun
hayatını kolaylaştırmak, onu rahat ve mutlu hissettirmek için, daha çok
kadınların kendinden vazgeçmesiyle başlar ilişki. Bu vazgeçişin elbette
belli bir süresi vardır. Kadın çocukluğundan itibaren evlilik ve çocuk
hedefiyle güdülenir. Kendine bakacak bir erkek bulup ondan “çocuk
sahibi’’ olduğunda sıcak yuvasında mutlu olacaktır. Hele bir de erkek
zenginse ömür boyu rahat edecektir. Bu, kız çocuklarına dünyaca ünlü
masallar da bile anlatılan en büyük yalandır. Çünkü her vazgeçiş bir
kabulleniş değildir. Onay ihtiyacı, sevilme ihtiyacı, özgünlük ihtiyacı,
ait olma ihtiyacı, kabul görme ihtiyacı, reddedilme korkusu, terk
edilme korkusu gibi bir sürü sebeple kadın ilişkiyi sağlamlaştırana,
toplumsal olarak parmağına yüzüğü takıp ilişkiyi “garantiye’’ alana
kadar dilsizdir!
Balayı bittikten, günler rutine girmeye başladıktan sonra bizim
dilsiz uşak bir gün aniden dile gelir. Çünkü seve seve yaptığını
söylediği her “fedakârlık’’ ona ağır gelmektedir. Üzerine çok fazla yük
bindiğinden şikâyet etmeye başlar. Bunu karşısındaki mutlu olsun diye
yaptığını haykırır. Ben senin için neler yaptım, üzerime bıraktığın her
şeyi sırf sen mutlu ol diye taşıdım, ama sen benim değerimi hiç bilmedin
der. Beklediği ilgiyi, sevgiyi takdiri alamıyor olmanın tepkisini
yaşamaya başlamıştır. Erkek bu ani değişikliğe anlam veremez. Ne ile
itham edildiğinin bile ayırdına varamaz, yolunda gitmeyenin ne olduğunu
anlamamıştır. Oysa her iki taraf da ilişkiye bir kişiyi memnun etmek
için girmiş gibidir o ana kadar. Kadın kendini değerli hissettirmesi
beklentisi ile ilişkide kendini unutmuş tüm değeri karşısındakine
vermiştir. Bir gün onun değerini anlayacaktır elbette. O günün hiç
gelmeyeceğinin anlaşılmasıyla başlayan sürtüşmeler gelecekteki büyük
depremin ilk habercileridir.
Bu andan itibaren, dilsiz uşak olmanın kendi çıkarlarımız, kendi
korkularımız, kendi ihtiyaçlarımız için olduğunu fark edip suçlama
davranışından çıkabildiğimiz ölçüde sorumluluk alarak, kendimize özen
gösterip, kendimize değer vererek ilişkimizi daha iyi bir boyuta
taşımayı ya da bitirmeyi seçmek bizim kararımızdır. Dilli bir uşak olup
ömür boyu haklı olduğunuzu haykırmak da bir seçimdir, dilsiz uşak
olmaya devam edip kaderine razı olmak da. Asıl konu dilli ya da dilsiz
olmak değildir, uşak olmaktan vazgeçmeye cesaret edecek özsaygıya sahip
olup olmadığımızdır.
Netten alıntı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder